Prof. Dr. Ahmet Battal
drbattal@yahoo.com
twitter-facebook:@drbattal
Adımlarımız adalet şuuru ile başlar: Nefsimiz onun kudretinin elinde olan Allah Adildir. Onun isbat edilmiş müsbet adaleti sabittir ve bu dünyada her şeyde tam olarak tecelli ve tezahür ediyor. Zira o her hak sahibine ve her haklıya hakkını tam olarak veriyor.
O halde bize ne oluyor ki bu nurani adaletten sapıp zulüm ve zulmete düşüyoruz ey nefis.
Her zerrede adalet var. Her zerremizle ibadet edebilmeliyiz ki zerrâtımıza adalet edebilelim. Zira bu nizamın adil bir nâzımı var.
Tesbihâtı şiddetli ve kuvvetli güneşlerde dahi adalet var. Zira ateşin de adalete ihtiyacı var.
Vazifemiz Allah’ın isimlerini tecelli ettirmektir ve Adil ve Hakîm/Hakem isimleri büyük isimlerdendir.
Allah suçluya cezasını verirken de adildir. Bu menfi adaletin ipuçları bu dünyada görünür. Tamamı ise ahirette tezahür edecektir. Zira bu dünya dardır. Zamana ve mekâna bağlıdır. En adil hâkim ve hükümet de olsak bir kişiyi hunharca katledene de yüz kişiye bunu yapana da bir defa idam cezası verebiliyoruz; ikisini de sadece bir ömür boyu hapsedebiliyoruz. Doksan dokuzunun kanı yerde kalıyor. Yani ne yaparsak yapalım bu dünya menfi adaletin tam tecellisi için yeterli değildir.
İşte bu yüzden cennet lüzumsuz ve ucuz değil; pahalı, hem çok pahalı. Ve cehennem dahi pahalı ama lüzumsuz değil ey nefis, hem çok lüzumlu.
Kim ki bu dünyadaki zulmünün içindeki zulmeti görmezden gelir de zulüm ve zulmette temerrüt ederse onun direncini kıracak tek şey ateştir, ateşle tehdittir. Tekadû temeyyezu minel gayz…
O halde vazifemiz, öncelikle müsbet adaleti tecelli ettirmek ve haklının hakkını vermek ve korumaktır. Suçluya ceza vermek sonra gelir. Masumun hakkını ihlal etmeden suçluya ceza vermeyi nefsimize kabul ettirebiliyorsak ne mutlu bize.
Zira ahirete ve mutlak adalete inanıyoruz. Biz bu dünyada kendi hakkımız için başkalarının mağduriyetine sebep olursak hesabımız zor. Mağduriyetimizin hesabı ahirete kalırsa hesabı çok çok kolay. Allah Adildir. Aldanırız fakat aldatmayız…
Adımlarımız adaletli davranışlarla devam eder. Adalet sadece adliyelere münhasır değil.
Bilhassa insan, bilhassa bu çağda, neredeyse her anında bir tercihle karşı karşıya. Ya nurani adalet ya zulüm ve dalalet.
Çocuğumuzu yetiştirirken öncelik merhametini ve adaletini uyandırmak olmalı. Asıl eğitim adalet ve merhamet eğitimidir. Asıl “bilim” adaleti ve merhameti bilmektir.
Hayvanlar aleminin zahirine bakıp “güçlünün de bir hakkı var” ve “kuvvette de bir hak var” diyen “insan” bu hatalı içtihadını insanlar aleminde de tatbik etmeye kalkarsa canavar hayvan olur. Hatta belî ki hayvanda da aşağı. Bel hûm edall…
Çocuklarımız arasında merhametle ve adaletle muamele etmeliyiz. Komşularımıza adaletimizi ve merhametimizi samimiyetle göstermeliyiz. Öğretmensek öğrencilerimize, işverensek işçilerimize adil davranmalıyız ki adalet namazımız sahih olsun.
Adımlarımız devletten adalet talep etmekle sürer. Devletin dini adalettir. Devlet edenler adalet etmez de zulme saparsa “kaftanlı çete”den başka nedir ki.
Bizim vazifemiz devlet olmaya çalışmak ve resmi ve dünyevi makamımızı yükseltmek değil. Biz siviliz, biz medeniyiz, medenî-i bittabız. Medenilere galebe çalmak da ikna iledir.
O halde devlete dair vazifemiz, devlet olanları adalet terazisinde “muvazeneye getirmek” için gerektiğinde sesimizi ve sözümüzü yükseltmektir.
Adalet siyaset değildir. Siyasettir denirse de en âli siyasettir. Devletten ve siyasetçiden adalet istemek Adil isminin tecellisini istemenin ta kendisidir.
Risale-i Nur muhtevasındaki adalet-i hakikiye ve adalet-i mahza prensipleri ile bu asırda bütün insanları tam mesud edebilir bir mukaddes eserdir ve manen beşinci halifedir. O halifenin vazifelilerinin adalet isteme işini ötelemesi de ertelemesi de caiz değildir.
Devlet adaletle hükmetmelidir. Devletin devam ve bekası için dahi adaletten şaşmaya hakkımız yoktur.
Bediüzzaman’ın müdafaalarında anlattığı kıssayı bilirsiniz. Bir zaman, bir padişahın müptelâ olduğu bir hastalığın ilâcı, bir çocuğun kanı imiş. O çocuğun pederi, çocuğu, hâkimin fetvasıyla bir para mukabilinde padişaha vermiş. Çocuk, mecliste ağlamak ve şekvâ yerine gülmüş. Sormuşlar: “Neden istimdad etmiyorsun, şikâyet etmiyorsun, gülüyorsun?”
Demiş ki: “İnsan, musibete giriftar olduğu vakit, evvel pederine, sonra hâkime, sonra padişaha şekva eder. Benim pederim, beni kesilmek için satıyor. İşte, hâkim de ölmekliğime karar veriyor. İşte, padişah benim kanımı istiyor. Bu antika ve pek garip ve şekli çok çirkin ve hiç görülmemiş bu hale karşı, ancak gülmekle mukabele edilir.”
Bediüzzaman Hafız-ı Şirazi’nin Bostan ve Gülistan’da yazdığı kıssanın devamını vermez. Devamı şöyledir: Çocuğun aptal olmadığını ama masum olduğunu anlayan padişah hatadan uyanır, fikrinden vazgeçer; babayı tazir edip azarlar; hâkimi cezalandırıp görevden alır; çocuğu da yetiştirmek üzere saraya davet eder. “Öleceksem de adaletle ölürüm” der. Bu kararından kısa zaman sonra müptela olduğu hastalığı geçer, sağlığına kavuşur. Anlaşılır ki padişahın hastalığının ilacı adaletle hükmetmekmiş!
Netice şudur:
Yukarıdaki üç adıma, adalette iman, hayat, şeriat basamakları ya da halkaları deniyor. Ki o ahsen-i takvim miracıdır.
“Ben”de ve “biz”de tecelli etmeyen adaleti başkalarından ve devletten istemek de neyin nesi?
“Dünyayı kurtarayım” derken kendisini kaybeden adam olmayı kim ister ki?