Kuranı Kerim'i hem Arapça hem de Kuran Türkçe Meali şeklinde okuyabileceksiniz
Arapça köklerin Türkçe kelime karşılığına kadar detaylı şekilde Kuranı Kerimi Türkçe anlayabileceksiniz.
Kuranı Kerim Türkçe mealini birçok müfessir âliminden okuyabilecek, ayrıca hangi müfessirin kuranı kerim Türkçe mealinden okumak istiyorsanız seçebileceksiniz.
Kuranı kerim Türkçe okurken aynı anda hangi sürede iseniz sesli şekilde mealini dinleyebileceksiniz.
Favori özelliği eklendi. Sureleri favoriye ekleyerek daha sonradan yeniden okuyabilirsiniz.
Züleyha AYDIN KABA
Yıllar önce kayınpederim, bir karı kocayı birbiriyle barıştırmak ve yuvayı kurtarmak ümidiyle yanına bir başka arkadaşını da alarak bir aileyi ziyarete gitmişlerdi. İki tarafı da dinlemişler. Döndüklerinde ümidini kaybetmişti. Bizimle tek bir tespitini paylaştı ki, bu tespit, o ailenin artık devam edebilmesine imkân kalmadığını ifade ediyordu:
“Bunların artık birbirlerine karşı hiç saygıları kalmamış!” dedi.
O zaman anladım ki, karşılıklı saygı, bir yuvanın ayakta kalması için en önemli şarttır ve bu saygı kaybedilmişse o yuva yıkılmaya mahkumdur. Nitekim çok uzun yıllar sürmüş olan o evlilik tam bir yıkımla sonuçlandı.
Gün geçtikçe dünyevîleşen toplumumuzda, kadının da iş hayatına girmesiyle birlikte değişen roller, aile yapımızı da değiştiriyor. Fıtrata ters düşen medyatik telkinler, İslamî edep ve terbiyeden bizleri uzaklaştırıyor. Bunlar gibi daha birçok etken aile içi ilişkileri tahrip ediyor ve aileyi ayakta tutan “hürmet-i mütekabile” gözümüzün önünde eriyip gidiyor.
TÜİK’in 2024 yılı verilerine göre ülkemizdeki boşanmaların %51’i “eşlerin birbirlerine karşı sorumsuz ve ilgisiz davranmalarından” %24’ü ise eşlerin “birbirlerinin ailelerine karşı saygısız davranmalarından” kaynaklanıyor. Her iki sebep de bir yönüyle aile içinde çok ciddi bir saygısızlık probleminin varlığını gösteriyor ve hiç olmazsa kendi ailemiz için bu problem üzerinde düşünmeye ve endişelenmeye bizi sevk ediyor ve etmeli.
Üstad Bediüzzaman (ra) aile huzuru konusunda, elimize iman gözlüğünü veriyor ve o gözlük sayesinde evvela şu gerçeği görmemizi istiyor:
İnsanın eşi, tesadüfler sonucunda karşısına çıkmış alelâde bir insan değildir. Bilakis o, İlâhî takdir ile ezelde bizim kısmetimize yazılmış, sadece bu dünyada değil, sonsuz hayatta da bize refakat etmek ve arkadaş olmak üzere maiyetimize tayin edilmiş İlâhî bir emanettir.
Bu imanî hakikatler bilinmeden ve özümsenmeden, hakîkî ve dâimî bir hürmet-i mütekabile nasıl ve ne kadar mümkün olabilir?
İnsan “eşref-i mahlûkat” olduğundan en saygın varlıktır. Bu saygınlığın kazanılması ve korunması en dar daire olan aile içinde başlar. Bediüzzaman Hazretlerinin kısaca “samimî ve ciddî ve vefadarâne hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet”[1] olarak formüle ettiği bu saygı, insana kendini değerli hissettirir, ailesine bağlanmasını sağlar ve herkese huzur verir. Kendisine “vefa” gösterilen, “hürmet” edilen, “merhametle” muamele gören ve kendisi için birçok “fedakârlığa” girilen bir insan, hakîkî insan olur, şeref bulur, “ahsen-i takvîm” olma misyonunu taşıyabilecek hale gelir.
Evet, saygı gören ve kendini değerli hisseden bir insan, -vicdanı tefessüh etmemişse- değersiz ve âdî davranışlara yönelemez. Bunun anlamı şudur: Güzel bir terbiye ve ahlak kazandırmanın yolu önce hürmetten, sonra muhabbetten geçer. Yalnız hürmet ve saygı göstermek irâdî bir davranış iken muhabbet ve sevgi öyle değildir. Sevgi, insanın tam elinde ve ihtiyarı dahilinde bir duygu olmadığından derler ki: “Sevgide serbestiyet var ise de saygıda mecburiyet vardır.”
O halde eşler arasındaki ilişki ve iletişim en azından saygılı olmalıdır. Bu saygı, sevgiyi ve bu sevgi de yine dönüp saygıyı besleyecektir. “Saygı olmadan sevgi olmaz” derler. “Eğer sevgi bir çiçekse, saygı onun koruyan saksıdır. Çiçek solmaya başlamışsa, saksı mutlaka çatlamıştır.”[2]
Karşılıklı bu saygılı yaklaşım, biz farkında olmadan ve belki de uğraşmamıza bile gerek kalmadan çocuklarımıza da sirayet edecektir. Çünkü kız ve erkek çocuklar, öncelikle kendilerini en çok seven ve en yakınlarında bulunan bu adam ve kadını kendilerine model alacaklar ve kopyalayacaklardır.
Yalnız buradaki “hürmet-i mütekabile” meselesinde, kadının göstermesi gereken hürmetin davranış kalıpları ile kocanın göstermesi gereken hürmetin davranış kalıpları birebir aynı olmamalıdır. Yani burada “mütekabiliyet” aranmalı ama “tam benzerlik” ve “eşitlik” aranmamalıdır. “Ben sana nasıl saygı gösteriyorsam, sen de bana aynı tarz ve şekilde saygı göstereceksin” denilmemelidir. “Çünkü ahlak ve faziletler, hüsün ve hayır, çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nazil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır.”3
Dolayısıyla “hürmet-i mütekabile” adına erkeklerin yapması gereken daha ziyade “hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet” iken, kadınların yapması gereken ise daha ziyade “samimî ve ciddî ve vefadarâne hürmet” tir. Cinsiyetin, rollerin ve sorumlulukların değişmesiyle hürmet şeklinin ve ifade biçiminin de değişmesi elbette normaldir.
Mesela, erkekler söz konusu olunca Sevgili Peygamberimiz (asm): “Kadınlara karşı hayırhah olun. Çünkü onlar sizin yanınızda emanet gibidirler. Onlar açık bir çirkinlik işlemedikçe onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok!”4 buyurarak erkeklere şefkat dersini telkin etmiş, kadınların bazı eksiklerine, zayıflıklarına veya kusurlarına takılıp düşmanlık edilmemesi gerektiğini tembihlemiştir: “Bir kimse karısına kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir” buyurmuştur.5
Efendimiz (asm), erkeklere bu dersleri verirken, kadınlara da kocalarına karşı “itaat ve kanaat” içinde olmalarını tavsiye etmiştir.
Evet, söz konusu kadınlar olduğunda hürmetin bir gereği kocaya “itaat” tir. İtaat yerine dik başlılık gösterilmesi kadın için bir meziyet değildir, hatta onu çirkinleştirir. Kadın için bu şekilde erkeksi bir diklik “nüşûz” tabiriyle Kur’an Kerim’de yerilmiş, “itaatkâr olmak” ise övülmüştür.6 Fakat ne yazık ki, kocasına itaati bir zül ve pasiflik sayan ve kendisine bir şekilde itaat ettirmekten sadist bir haz duyan kadın bunun bedelini ödemek zorunda kalır. Atasözleri yabana atılmamalıdır: “Kadının hükmettiği evde mutluluk olmaz.”
Yine kadınlar için hürmetin bir gereği, kocasına ve onun sunabildiği imkânlara “kanaat” tir. Kanaat yerine şükürsüz olunur ve nankörlük yapılırsa hemcinslerinin çoğunun düştüğü hataya düşer ki, bu hata onu hem bu dünyada, hem de ahirette yakar. Rasûl-ü Ekrem (asm) Efendimiz: “Cehennem halkının çoğunluğunu kadınlar oluşturuyordu” buyurup da kendisine bunun sebebi sorulduğunda “Çünkü kocalarına karşı nankörlük ederler” açıklamasında bulunması,7 kocayı mahrumiyetleri yüzünden küçümsemenin gazab-ı İlâhiyi celbedecek kadar büyük bir hürmetsizlik olduğunu ve en çok da bu konuda hataya düşüldüğünü ikaz etmektedir.
Kısacası, Kur’an’a göre erkek “kavvam” (yöneten ve geçimi temin ederek aileyi ayakta tutan) dır. Kadın “itaatkâr” dır. İtaat, kurumsal her yapının bir gereğidir. Ancak “Onların işleri aralarında istişare iledir.”8 Böylece denge sağlanmıştır.
Peygamber Efendimizin (asm) eşlerine karşı davranış biçimleri, onlarla muhabbet edip şakalaşması, fikirlerine başvurması, üzgün olduklarında teselli etmesi, onlarla geçireceği vakit dilimine özen göstermesi, hürmeti ne şekilde anlamamız gerektiğinin nebevî örnekleridir.
Resûl-ü Ekrem Efendimiz’in (asm) kızı Hz. Fâtıma (ra) geldiğinde ayağa kalkması ve onu tutup yanına oturtması, Hz. Ali’ye (ra) kızı Fatıma’nın üzerine ikinci bir evlilik için izin vermemesi, illa evlenmek istiyorsa önce Fatıma’yı boşayıp sonra evlenebileceğini bildirmesi, kızının üzülmesini istemeyişinden ve ona verdiği değerden kaynaklanmaktadır.
Öte yandan Efendimizin bu ilgi ve şefkatine karşılık hanımlarının da onun üzerine nasıl titrediğini Hz. Hatice (ra) annemize bakınca görmek mümkündür: “Hz. Hatice, eşine son derece bağlı ve itaatkâr bir hanımdı. Eşinin bütün hizmetlerini kendisi görür, hizmetçi kullanmazdı. Hz. Peygamber’in (asm) kızabileceği ve hoşuna gitmeyecek hiçbir şeyi yapmazdı. Onu sevindirmek için her çareye başvururdu.”9
İşte somut olarak “hürmet-i mütekabile” budur.
Bu noktada “İyi ama onun kocası Allah’ın habibi idi. Tabi ki, öyle bir hürmeti hak ederdi. Bizimkiler öyle mi?” mealinde bir şüphe hemen akla gelebilir. Kalbimizdeki lümme-i Şeytâniyeden üflenen ve iç yakan bu vesveseyi, şu nebevî nefes söndüremez mi: “Kocası kendisinden hoşnut olarak ölen bir kadın, cennete girecektir.”10
Üstad Hazretlerinin, eşler arasındaki hürmet probleminin sebepleri konusundaki teşhis ve tespitleri, alışılmışın oldukça dışında ve gerçekten ezberleri bozacak niteliktedir. O, madalyonun biraz da öbür yüzüne baktırmakta ve kadınlarda hürmetsizlik ve itaatsizlik problemi olduğunda bunun suçunu erkeklere yüklemektedir. Fakat bu yükleme, sanıldığının aksine, erkeklerin kadınlara hürmet etmeyişinden ziyade, fazla hürmet etmeleri sebebiyledir ki, işte bu çok ilginçtir. Şöyle ki:
Üstad Hazretleri, öncelikle âhir zamanda bazı kadınlarda görülen bu dik başlılığının ve isyankârlığın birinci sebebi olarak erkeklerdeki yozlaşmayı ve kadınlaşmayı gösterir ve şu rivayeti hatırlatır:
“Erkekler heva ve hevesle kadınlaştıkça, kadınlar da nâşizelikle (dikbaşlılık ve itaatsizlikle) erkekleşir.”11
Üstad, yine erkeklerin lider olduklarını unutup kadınların yanlış isteklerine boyun eğmelerini, kadınlardaki hürmetsizliğin ve azıtmanın diğer bir sebebi olarak zikreder ki, bu da çok manidardır.
Muhsin Alev anlatıyor: “Üstad Hazretleri, 1953’ün baharında Çarşamba’da kaldığı günlerde gezmeye çıkacaktı. Bizim beraber gelmemizi istemedi: ‘Bugün beni bırakın, ben yalnız başıma gideceğim’ dedi.
Tramvayla gidip çeşitli yerleri gezmişti. Akşam döndüğünde kadınların açık-saçık halleri üzerinde durdu. Hanımların bu şekilde açık giyinmelerinde ve gezmelerinde erkeklerin kabahatli olduğunu, büyük suçun erkeklere ait olduğunu söyledi. Kadınlara makamlarından fazla hürmet ettiklerini, onlar bir er ve onbaşı iken, albay gibi muamele ettiklerini, bunun neticesi olarak da kadınların hâkimiyeti ellerine alarak istediklerini yaptıklarını, açık-saçık gezdiklerini üzülerek anlattı.”12
Demek hürmet de haddinden fazla olursa zehirler ve insanı azdırır.
Üstad’ın yukarıdaki teşhisini yadırgayan günümüz insanına, Rasûl-ü Ekrem Efendimizin, Medine’ye ganimetler gelmeye başladıktan sonra kendisinden artık biraz olsun refah isteyen hanımlarına nasıl davrandığını da zikretmezsek mevzu eksik ve çarpık kalır.
Allah Rasûlü (asm) Efendimiz, bu talepte bulunan hanımlarından küstü. Öyle küstü ki, mescitteki bir odaya kapandı ve tam bir ay (29 gün) hiçbiriyle konuşmadı. Nihayet Ahzab Sûresi, 28-29. âyetleri nazil oldu. Cenab-ı Hak, Habibini haklı buldu ve ona hanımlarını bu konuda serbest bırakmasını ve onlara iki seçenek sunmasını emretti. Eğer dünya hayatını ve onun nimetlerini tercih ederlerse, Efendimiz onları güzellikle boşayacak, yok eğer Allah’ı, Peygamberi ve ahiret yurdunu tercih ederlerse, bu zorluklara sabrederek mükâfatlarını Allah’tan alacaklardı.
Tabi ki o muhterem validelerimizin tamamı, dünya hayatını değil, Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu tercih ettiler. Hepsine salât-ü selâm olsun!
Kime hürmet, ne için hürmet, ne kadar hürmet… Bütün bunlar îmanî bir terazide tartılmalı ve bir denge içinde tutulmalıdır. Hürmet de böyle olursa güzeldir ve istikametlidir.
Dipnotlar
- Söz’ün Zeyli.
- Erich Fromm
- Sünuhât
- Tirmizi, Tefsiru Tevbe, 9
- Müslim, Radâ’, 61
- Nisâ Sûresi, 4/34
- Buhârî, Îmân, 21; Müslim, Îmân, 132
- Şûrâ Sûresi 42/38
- Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed’in Aile Hayatı ve Eşleri, s. 99
- Tirmizî, Radâ’, 10
- Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, md. 100
- Necmettin Şahiner, Son Şahitler, IV/311